500/555


555 gün olmuş o kara başlangıçtan beri. 500. yazıyı yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda aklımdan bu geçmiyordu elbette. O zaman masum bir şeyler yazıp bu sıkıntılı görevi hemen bitiririm diyordum kendi kendime.Oysa o hırslı yaratık arkamdan gelip fısıldamaya başladı, bu 500. seferde de. "Aynı olabilir mi acaba? Ne güzel olur değil mi hem? Sen bak ilk önce, sonra yazarsın yazıyı." gibi değersiz ama ikna edici cümlelerle aklımı çelmek istiyordu. Her zamanki gibi dinlemedim onu en başta. Yazmaya başladım anlamsızca:

"Merüzzennami Halil Bey ile zevceleri Mahmure Hanımefendilerin ilk tanışmaları üç aydan kısa bir vakit önce vuku bulmuştu. İstanbul'un o eski şaşalı zamanlarından kalma görkemli bir aile olan Merüzzenamilerin tek çocuğu Halil, Avrupa'da eğitimini tamamlayıp vatan dönen refiki Parya'nın sağdıçlık önerisini büyük bir memnuniyet ile kabul ettiğinde, cemiyet'in yakın zamanda parlayan ailesi Hasarettinzadeler'e güvey olacağını elbette ki tahayyül bile edemezdi. Peki bu mesud hadise nasıl cereyan etmişti, isterseniz ona bakalım önce"

Birden gözlerim karardı, tansiyonumun düştüğünü sandım ama elleriyle gözlerimi kapattığını anladım, o yılışık histen. "Çık artık buradan" dedim, "hükmedemezsin bana, yeterince zarar vermedin mi zaten, zapt edebildiğini zannediyorsan beni, zerre kadar da olsa, zehrini zevkle içime zerk ederim zayıflığımı örtmek için." Ne diyorum diye düşündüm o an , ama galiba beni çekmeyi başarmıştı o kaotik ve hastalıklı evrenine. Bir daha söylettirmeden çekti elini. Bilgisayar önümdeydi ama ben orada değildim ne yazık ki. Orada olsam yazabilirdim herhalde diye düşünüyorum. Ya da etrafımda başka şeyler de olurdu o pembe dumanın dışında. "Neden çıkmamı istiyorsun ki? Ben sen değil miyim zaten, hep beraber yapmadık mı her şeyi, beraber yazmadık mu 499 taneyi, ne değişti şimdi hayatında" Elimi dudağına götürdüm, çok konuşuyordu, her an beni etkileyebilip fikrimi değiştirmeme sebep olabilirdi. Sustu, gülümsedi. Ben de bilgisayarı koltuğumun altına sıkıştırıp son sürat kaçmaya başladım Bilgisayarım ve ben pembe duman içerisinde, herhangi bir umut kırıntısına sahip olmadan koşuyorduk. Duman da bizimle birlikte ilerliyordu, koşuyordu diyemeyeceğim çünkü ayakları yoktu dumanın. Ayakları olmayan bir şeyin koşamayacağının bilincindeydim hala, demek ele geçirememişti beni henüz, bilgisayarımdan da qwerty gibi sesler çıkıyordu. Bir şeyler söylemek istiyordu sanki bana. Hemen başımı kaldırdım ve söylemek istediği şeyi gördüm. (Aslında başka bir şey de söylemek istiyor olabilirdi ama olayın heyecanı ile ben söylemek istediği şey ile gördüğüm şeyin aynı iki şey olduğunu düşündüm, şüpheci insanlar bunların benzer şeyler olduğunu da düşünebilirler) Pembe sis dağılmış ve O, şu ana kadar öldürdüğüm tüm sineklerle birlikte yolumu kesmek için bariyer kurmuştu. Hayır, 500. yazıda tek başıma olmam gerekiyordu. Hazır sis açılmışken yere oturdum, bilgisayarı açtım ve bana söylemeye çalıştığı asdf'li kelimeleri önemsemeyerek yazıma başladım tekrar.

"Halil oturduğu yerden kalktı, kaçamak bakışlarla karşı masadaki kızı keserek hesabı ödemeye gitti. Masa ile kasa arasındaki yürüyüş hızını çok iyi ayarladığını düşünüyordu Halil, öyle ki bu kısa bakışmalarda kızın okuduğu kitabı (Zweig'ı sevmezdi fazla), yakasındaki rozeti (Hasret Koleji) ve isimli kolyesini (Mahmure) fark etmiş, kızla iki defa göz göze gelip bu anları hayatı boyunca unutmayacağını düşünerek beyninin en saklı yerine kazımış, üstelik bütün bunlar esnasında diğer müşterilerin ve en yakın arkadaşı Parya'nın dikkatini çekmemeyi de başarmıştı. Hesabı öderken arkasını döndüğünde kızın ..."

Etrafımdaki vızıltılara dayanamayarak bıraktım bilgisayarı. Tüm sinekler, hayatım boyunca bilinçli ya da bilinç dışı öldürdüğüm (bir mahkeme kurulup savunmam istenirse, istemeden de öldürmüş olabileceğim sinekler olduğunu düşünüp hazırlık yapıyordum tabi) tüm karasinekler (sivrisinekleri düşünememişti aptal) saldırmaya hazır bir şekilde üç yanıma toplamıştı. Neden dört değil diye düşündüm. Hemen cevap verdi, " Eskiden olduğu gibi beraber olabilseydik şu 500. yazıda da, bunlara hiç gerek kalmayacaktı. Biliyorsun, ben olmadan düzgün şeyler yazmayı bir türlü becerememiştin. Hatta sigarayı bile bırakamazdın ben olmasaydım " Kim olduğunu sanıyordu bu, ben tek başıma yapmıştım her şeyi. Saçmanın bağladıklarına karşı çıkmıştı en başta. Onu dinleseydim Dersaadetteki uykusuzlar gibi bir ismi olacaktı blogun, ki ben ne dersaadeti severim ne de uykusuz kalmayı."Sen" diye bağırdım, elektrikler kesildi birden. Sinekler de kesildi haliyle, elektrikle çalıştırıyorum onları zam geldikten sonra herhalde. O dördüncü duvarı yıkıp çıktım, koşmaya devam ettim tekrar. Bağrışını duyabiliyordum arkamda "Neden" diye. Olağanüstü zevk veren bir şeyin damarlarımda dolaştığını hissedebiliyordum, ama biraz sonra koşarken neden diye bağırdığımı ve o duyduğumun kendi sesim olduğunu anlayınca, hemen durup boşalttım damarlarımı. Densiz zevklere ihtiyacım yoktu. Yeterince uzaklaşmıştım zaten. Bilgisayarımı açtım, uykudaydı hala. Öperek uyandırdım ve yazmaya başladım:

" Fazla konuşma dedi Halil, "çek silahını. İkimizden birisi hak etmiyor Mahmure'yi. Bunu da kader belirleyecek." Parya, Halil kadar istekli değildi çatışma konusunda. Merüzzen tarikatının üyelerinin yeteneklerinin bilincindeydi. Kaldı ki Halil'i çocukluğundan tanıyordu. Beş yaşında ondan ayrılmadan önce bile oldukça yetenekli bir silahşör olacağının izlenimini edinmişti. Şu anda karşısındaki muhasebecinin içindeki canavarı tanıyordu. "Aslında Mahmure birimizin ölmesindense kendini feda etmeyi tercih ederdi", diye bir girişimde bulundu. Ama Mahmure'in uzaktan gelen zayıf sesi zaten hayalleri bir pamuk ipliğine bağlı olan Parya'yı iyice yıktı. "Ne yapacaksınız, satranç mı oynayacaksınız.."

Kafama düşen vezir ile yazmayı kestim yine. Taşlamaya başlamıştı beni, Yaklaştığını fark etmemiştim, dönmezdim yoksa. Şimdi de koskoca atı gönderiyordu üstüme üstünde bir piskoposla. "Sen hep böyleydin, kavram karmaşası oldu seninle beraberken hep" diye bağırdım. Bilgisayarım yine uyandı. "Bırakacak mısın beni" dedi. "İstiyorum" dedim. "Uyumak istiyorum" dedi. "Ben de" dedi, "ama yanında olmalıyım senin, beraberdik onca zaman" dedi. "Ben de" dedi. "Seni seviyorum" dedi. "Ne oluyor size" dedim, "işte benim de anlatmak istediğim buydu tam olarak ". Bilgisayarım küsüp kapandı, ama uzun sürmeyeceğini biliyordum, hiç uzun sürmez. "Hey" dedim, cevap verdi. "Böyle kaçmaya devam etmek istemiyorum" dedim. "Biliyorum" dedi. "ben de istemiyorum kaçmak". "Biliyorum" dedim, "ama bu kısım çok konuşmalı oldu, sıkılanlar olmuş olabilir, ister misin son bir defa daha". Çocuklar gibi sevindi, ama etraftaki çocukların hepsi ağlıyordu o sırada. Ben çocukların ayaklarına basmamaya dikkat ederim her zaman yola çıktığımda. Onlar da ağlamamayı bilsinler öyle her şeye. Aldım küsen bilgisayarımı koşmaya başladım son bir kere, yoksa sonsuzluğa uzanan bir dağ gibi, güneşe uzanan kollar ya da, sadece sevgiliyi saran battaniye belki onun gibi bitimsiz olacaktı sadece bu yazı. Neyse ki bu kez kısa sürdü kaçışımız, geldi yanıma. "Merhaba" dedi, "Tamam" dedim "bakacağım" - açtım bilgisayardan hesaplayıcıyı. Tam 555 gün olmuş, şeytan kulağına kurşun. Bu 555. günde yazılacak 500. yazıyı beraberce oluşturmaya karar verdik sonra, nasıl sigaraya başlamaya ya da saçmalamaya beraber karar vermişsek. 555 gün önceki o mutlu günü bir kere daha anmak için başladık yazmaya, kader arkadaşım, ruh ikizim, düşman kardeşim, özlem dolu gecelerimin müessibi, şehvet dolu yemeklerimin tüketicisi, beş parmağında beş marifet, onlardan öte yüce bir beşeriyet derken ipi ele almam gerektiğini hissettim ve bilgisayarımı da ikna edip yazmaya başladım.

" Halil ölüyordu, en yakın arkadaşı Parya başında göz yaşları içinde; "Böyle bir şeye nasıl cesaret edebilirler" diye bağırdı. Haseretya Silahlı Kuvvetlerinin önemli bir binbaşısıydı sonuçta Halil. Böyle karanlıklar içinden çıkan ne idüğü belirsiz bir kadın tarafından bıçaklanması üzdüğü kadar şaşırtmıştı da Parya'yı. "Getirin şu kadını" diye emir verdi etrafındakilere. Getirdiler çabucak, hiçbiri Parya'nın öfkesinin kurbanı olmak istemiyordu. "Adın ne?" diye sordu Parya kadına. "Marie" dedi kadın, "Marie Meruzzennami". "Yalan söylüyor" diye bağırdı ölmek üzere olan Halil. Bir zamanlar aşık olduğu o ahu gözlü kızı tanımayacak kadar kendinden geçmemişti henüz. " Mahmure"dedi, nefret ve çaresizlik dolu gözlerle. "Onun adı Mahmure..."

- Bitti mi dede
- Yok, çok geç oldu, devamını da yarın anlatırım
- Bence anlatmana gerek de yok, aşırı saçma bir şey zaten bu
- Saçmaymış, gerçek hayattan alınma bir kere bu
- Eh, yeme beni sen de dede, böyle saçma sapan şeyi internette bile bulamazsın. Bunak derler adama
- Çok konuşma da uyu sen, terbiyesiz. Orada okudum zaten sen inanmasan da.
- Tamam dede, sen yine de ilaçlarını almayı unutma.
- Kime çektin bilmiyorum ki, soytarı. Hadi iyi geceler.

Yorumlar