Basit Bir Gün


Basit bir gündü. Sıradan kelimesini bile kullanmamı gerektirmeyecek kadar basit. Herkesin, hatta topluma mal olmuş insanların bile, nadir de olsa, böyle basit günler yaşayabileceğini düşünürsek, benim için oldukça normaldi bu. Böyle günleri seven insanlar vardır elbette. Bazı insanlar, çoğunluk hatta, yataktan kalktıkları ile gece uyudukları o zaman aralığında başlarına kötü bir şey gelmemesi için dua ederler. Hiç bir şey olmamasını isterler o insanlar aslında. Böyle bir hayat yaşayıp bitirmek  tek beklentileridir. Çocukken onların da hayalleri olmuştur herhalde. Ama yaşadıkça, etraflarında tek tek düşenleri gördükçe vazgeçmişlerdir her şeyden. Bazı insanlar da vardır belayı çeken,  ama söylediğimle hiç ilgisi yok bu tiplerin. Ben genel olarak kararsız birisiyim. Tembelliğe eğimliyim normalde. Ama aynı zamanda sıkılırım her şeyden had safhada. Zaten yukarıda anlattığım  değişiklik sevmeyen insanların da bu hususta benden farklı olduklarını sanmıyorum. Onlar sadece fayda/zarar hesabı yaptıktan sonra durumu kabullenmiş çoğunluk. Çoğunluk diyorum, çünkü etrafımda gördüğüm insanların çoğu öyle. Ben bu güruhun aksine zarar kısmına daha çok yatırım yapan birisiyim. Yani dünyada bir ağırlığımın olmasını ya da gelecek nesillere bırakacak bir şeyleri istediğimden değil. Sadece can sıkıntısından nefret ediyorum. Başımın belaya girmesi pahasına da olsa, bir parça değişik şeyler yaşamak istiyorum. Ben ve benim gibi insanlar için bu değişik şeyler  harekete geçmedikçe olmuyor. Rüyalarım, fantezilerim vb. oldukça renkli olmasına rağmen, normal hayatım,  bugün ve bunun gibi binlerce basit günün birleşimi ne yazık ki. Hangimizin rüyaları ve fantezileri renkli değil ki zaten? Arada başını öne eğerek hayıflanan bir kaç tip haricinde, çoğunuzun gözlerinin parladığını görebiliyorum. O çocuk bizim de içimizde yaşıyor diyorsunuz sanki. Neyse, bir şey yazmakla övünen insanların en büyük numarası, bu gereksiz metinlerle, yazdıkları artık roman/öykü ya da her neyse onu  uzatmaktır. Sonuçta kimse 15 sayfalık şeye o kadar para vermek istemez. Evet, bu işten ciddi ciddi para kazananlar da var. Hatta hemen hemen hiç bir şey yazmayarak onlarca kitap yazıp milyonlar satan yazarlar biliyorum, isimleri bende saklı ama. Ben onlar kadar acımasız olmadığımdan bu kadar uzatmayı yeterli görüp yine o basit güne geçiyorum. Her basit gün gibi yataktan uykulu ama gülümseyerek kalktım. Yukarıda belirttiğim tembel insanların aksine ben yaşamayı, yaşamın demonstrasyonu olarak nitelendirdiğim uykudan daha çok severim. Uykuda zaten bilmediğimiz hiç bir şey yoktur aslında. Ama yaşarken öğrenebileceğimiz milyonlarca şey vardır. Gerçek varken - ne kadar zorlayıcı da olsa- hayallere tutunmaya çalışmak niye ki? O yüzden başkalarının gözlerini kapattığı yerde ben açmayı sevdiğim gibi, sabahları da severim çoğunuzdan farklı olarak. Ters kalkmam hiç yataktan. Tembelliğim de buna fazla engel değil. Hayatımızda her hangi bir iş yapmadan da yapabileceğimiz o kadar çok şey var ki normalde. Tabi yataktan mutlu kalkmanız için olmazsa olmaz şeyler de vardır, aç ya da açıkta olmamak ya da en azından bir yatağınız olması gibi. Ama kendim, ekmek derdine düşmüşken  ya da evsiz sokaktayken benim gibi ukala birisinin yazdığı saçma bir yazıyı okuyacağımı düşünmediğimden, bu yazıda o insanları görmezden geleceğim. Zaten hayatın her aşamasında görmezden gelmiyor muyuz ki onları? Evet, basit olmasına rağmen mutlu olmayı başarabildiğim o basit günde, dişlerimi fırçalarken aklıma ilk olarak Truva geldi. Daha sonra da "The Man From Earth" filmi, diğeriyle bağlantısız olarak. Etrafımda Sherlock Holmes rolüne bürünmüş birisi olsa ikisi arasındaki bağlantıyı çoktan kurmuştu, ama siz James Joyce yerine benim elime düştüğünüz için şükretmekten başka bir şey beceremezsiniz diye düşünüyorum. O basit ama beni yıldırmayan günün sabahında aklıma gelen iki film dışında, öğlene kadar her şey olması gereken basitlikte devam etti. Öğlen saatlerinde, ki normalde o saatlerde işten çıkıp bir yerlerde yemek yemeye çalışırım, işten çıkıp bir yerlerde yemek yemeye çalışmaktaydım. Çalıştığım şehirle yaşadığım şehir aynı, garipsenmeyecek bir şekilde. İşte bu şehirde çalışan insan sayısı, çalışmayan insan sayısının oldukça altında, ancak bizi el üstünde tutan bir şehir halkı yok. Toplumsal empatinin, oldukça sınırlı olmasına rağmen, ülke ortalamasının üstünde olması bile, çalışan insana değersiz gözüyle bakılmasının önüne geçemiyor. Sadece sokak hayvanları gibi sempati besliyorlar biz çalışanlara, bütün gün yatan, ama bir türlü tatmin edilemeyen, bizim dışımızda kalan insan grubu. İşte böyle insanlar arasında her zamanki gibi öğle yemeğimi yemeye çalışırken aklıma bu kez de Puslu Kıtalar Atlası geldi. İştahım kaçtı aniden, güneş ısıtmıyordu ortalığı fazla. Ben iki alakasız ifadeyi bir cümlede nasıl birleştirdiğime anlam vermeye çalışırken, oturduğum yere dışarıdan bir molotof kokteyli atıldı. Şaka sandım en başta. "Şaka gibi" diyen insanları düşündüm. Bir sözcük grubunu popülerleştirmek için ne yapmak gerek?" diye kafa yormuştum zamanında oldukça. Her dönem değişik bir şeyin revaçta olması, gerçekten her dönem değişik hayatlar yaşadığımız anlamına mı geliyordu?  Mesela yan masadaki avaz avaz bağıran kız, akşam televizyon izlerken tuttuğu notları, her sabah uyanınca tekrarlamakta ve gün içerisinde arkadaş grubu arasında, notlarından çıkardığı laflarla prim yapmakta mıydı? Peki avaz avaz ikilemesi tarihin her hangi bir döneminde mesela şu anki "aynen" lafı kadar önem kazanmış mıdır? Oturduğum yer ısınmaya başlamıştı ve ben farklı şeyler yapmak zorundaydım. Ama kafam da farklı çalışıyor ve başlaması gerek film şeridi bir türlü gelmiyordu gözlerimin önüne. Onun yerine Türk Dil Kurumunun molotof kokteyli için bulması gereken öztürkçe tamlamaları düşünüyordum. Eskisinden daha fazla icat yapılmasına rağmen, artık o zamanki gibi insan isimleri verilmiyordu bunlara. Herhalde dönemimiz mucitleri bir eziklik olarak görüyorlardı bunu. Astronomlar gezegen ve yıldızlara adlarını vermeye devam ediyorlardı ama. Onlar diğer bilim insanları kadar gelişmemiş galiba diye düşündüm. Neyse, günüm basitti o molotof kokteyli her şeyi değiştirene kadar, demek isterdim. Ama şişeyi içeri atan eylemci, saygıdeğer Vyaçeslav Molotov'un hatırasına yakışmayacak bir hata yapmış ve sönmesi imkansız olan kokteyl kendi kendine sönmüştü. Gerçi şu an düşününce ismimin bana karşı kullanılan bir silaha verilmesini ben de istemezdim. Zavallı Viyaçeslav, iyi adamdı aslında ama çevresi kötüydü diye duymuştum. Neyse biraz önce öyle avaz avaz bağıran kız şimdi etrafındakilere, içinde "Şaka gibi" ibaresi geçen bir şeyler anlatmakla meşgulken ben kalktım ve hesabı ödemeye çalıştım. Dükkan sahibi bir şey anlamamış gibi bana bakıyordu. Normal olarak benim de herkes gibi şoka girmem gerekiyordu galiba. Ben de o yüzden, heyecanlı bir şekilde sordum ödemem gereken miktarı. Adam para istemedi, ya da bir şey diyemedi. Ben de üstelemeden çıktım restorandan. İlerde iki polis beceriksiz eylemciyi ite kaka götürüyorlardı. Salaklığı yüzünden olsa gerek diye düşündüm. Bugünlerde kolay yetişmiyor kalifiye insanlar. "Nüfus arttıkça tekdüzelik de artıyor" diye sosyal bir yorum yapayım dedim kendi kendime. Sonra kapasitemin bunun için yeterli olmadığına karar verip içime attım kelimelerimi. Biraz zamanım vardı. Yürümeye başladım sahilde. Evet deniz de var bu yaşadığım yerde. Şanslıyım çoğunuza göre. Ama bazılarınız zaten denizi sevmiyordur. Bazılarınız ise sırf deniz kenarında yürüme imkanı var diye benimki gibi bir işte çalışacak kadar deli değillerdir. Bir yandan yürüyor, bir yandan da polislerin arabaya bindirmeye çalıştıkları adama bakıyordum. Bir yerlerden tanıdık geliyordu ama çıkaramadım bir türlü. Bu suratı görmüştüm bir yerde, hatta yakın zamanda. Düşünmeye çalıştım. Adam anlamadığım dilde bir şeyler söylüyordu. Babil Kulesi geldi aklıma. Sonra da Babil balığı. Her şey yıkılır sonunda diye düşündüm. Tarih boyunca bitmeyen hiç bir şey yoktu. Behçet hastalığının bile tedavi edilebildiği bu dünyada, ülke denilen şeylerin sonsuza kadar yaşayabileceğini  düşünmek saçmaydı. Ben de düşünmemeye çalıştım zaten. Aklıma gelmişti onun kime benzediği. Sakallarını kesse, saçları da biraz daha koyu olsa her sabah aynada gördüğüm şahsın aynısı olacaktı. Böyle düşününce birden söylediği kelimeleri de anladığımı fark ettim. "Ben değil, o ben" gibi saçma sapan bir şeyler söylüyordu. Neyse sonuçta basit bir gündü. Ama burada kesmek zorundayım yazdıklarımı. Bir büyüğüm "Çok uzun yazıyorsun, bu da okuyucunun uykuya yenik düşmesini sağlıyor" demişti. Sıkıcısın demeyecek kadar kibar birisiydi, ben de bölmeye karar verdim yazdıklarımı. Daha fazla sıkarsam olmayacak çünkü. Yalnız başka bir arkadaşım yazının sonuna televizyonculuk sektörünün "Cliffhanger" tabir ettiği şeylerden koymazsan devamını kimse okumaz da demişti. O yüzden kesmeden önce belirtmek istediğim başka bir şey daha var. Evet basit bir gündü, ama bu hep basit olarak devam edeceği anlamına da gelmeyebilirdi belki. Tepeleri aşarak işime geldim ve askıya ceketimi astım.

DEVAMI GELECEK (Bu galiba tepe askısı)

Yorumlar