Tesadüfler ne kadarını oluşturuyor hayatımızın, hiç düşündünüz mü? Tamamen kontrolümüz altında olduğunu düşündüğümüz anlarda bile, ufacık bir rüzgar, ya da nereden geldiği belli olmayan bir şarkı -geceye ait bir şey- nasıl yıkayabilir içimizi, nasıl dayanıksız yapar bizi her şeye karşı, nasıl yıkabilir bir kaç gündür bin bir emekle inşa ettiğimiz o duvarı tekrar? Nasıl bilebiliriz ki, daha beş duyumuzla ulaşabildiklerimizi tam anlayamıyorken, yalnızca hissettiğimiz birisinin gerçekten orada olduğunu, ya da burada? Çıkmak en kolayı aslında, peki beceremediğimize mi hayıflanmalıyız yoksa aslında hiç istemediğimiz halde çıkmak zorunda oluşumuza mı? Tesadüfler, gerçekten de her şeyi başlatanlar. Bitirenler insanlar ama. İnsan türü, her şeyi yok etmeyi çok iyi bilmesiyle tanınıyor. Bizim de bir farkımız yok elbette, kaçamıyoruz ne kadar övünsek de zekamızla, bilgimizle, neyimiz varsa artık. Evet olan her şeyimiz, o küçük tesadüfler karşısında pek bir ezik, sümsük kalıyor- bizim o kararlı, her şeyi bilen vakur halimizle hiç alakası yok. Aslında bizim de yok o durumla bir ilgimiz, ama bilmiyoruz henüz. Başımız dik, gülümsüyoruz dünyaya, espriler yapıyoruz, mutluyuz sözde. Her şeyi başarmışız. Bize zarar verebilecek hiç bir şey yok nasılsa. Öyle mi? Uzaklardan gelen bir ses hayır diyor ama. Ses değil daha doğrusu, bir kelime-sesi arkasından sürükleyecek bir kelime. "Fitzcaraldo" diyor bir çerçevenin diğer tarafından kim olduğu asla bilemeyeceğimiz öteki benliğimiz. Alışageldiği gibi ses ve müzik kelimeden sonra geliyor. Kelimenin kendisiyle aşağıya doğru bir ivme kazanan dudaklarımıza,bütün organlarımız eşlik ediyor şarkı başladığında. Sorgulamaya başlıyoruz, bu güneşli günde rüzgarın neden bizimle alay ettiğini; denizin ne kadar acımasız, şehirlerin ne kadar uzak olduğunu, ne kadar aptal olduğumuzu, gereksizliğimizi çoğul olarak. Ne uğursuz bir güne dönüştü diye düşünüyoruz, sonra hemen fark ediyoruz o içimizdeki taşın hiç bir zaman yok olmadığını. O zaman anlıyorsunuz asla başaramayacağınızı. Belki de iyi bir şeydir bu diye kendinizi teselli bile edemiyorsunuz, çünkü sizi bekleyen birisi olmadığınızın farkındasınız. Gerek de yok diyorsunuz, ama içinizden küfrediyorsunuz o küçük tesadüflere- insanları o tekdüze yaşamlarından kurtardığını iddia ederek her zaman daha kötüye sürükleyen o minik, şımarık, ahlaksız şeylere. Neyse gün uzun ve gereksiz işler yeterince çok, rahatlıyorsunuz biraz, ama sonra gece geliyor aklınıza. Şarkı da tam o anda bitiyor ve Ben Harper başlıyor eskisi gibi "Alone" demeye.
Tesadüfler ne kadarını oluşturuyor hayatımızın, hiç düşündünüz mü? Tamamen kontrolümüz altında olduğunu düşündüğümüz anlarda bile, ufacık bir rüzgar, ya da nereden geldiği belli olmayan bir şarkı -geceye ait bir şey- nasıl yıkayabilir içimizi, nasıl dayanıksız yapar bizi her şeye karşı, nasıl yıkabilir bir kaç gündür bin bir emekle inşa ettiğimiz o duvarı tekrar? Nasıl bilebiliriz ki, daha beş duyumuzla ulaşabildiklerimizi tam anlayamıyorken, yalnızca hissettiğimiz birisinin gerçekten orada olduğunu, ya da burada? Çıkmak en kolayı aslında, peki beceremediğimize mi hayıflanmalıyız yoksa aslında hiç istemediğimiz halde çıkmak zorunda oluşumuza mı? Tesadüfler, gerçekten de her şeyi başlatanlar. Bitirenler insanlar ama. İnsan türü, her şeyi yok etmeyi çok iyi bilmesiyle tanınıyor. Bizim de bir farkımız yok elbette, kaçamıyoruz ne kadar övünsek de zekamızla, bilgimizle, neyimiz varsa artık. Evet olan her şeyimiz, o küçük tesadüfler karşısında pek bir ezik, sümsük kalıyor- bizim o kararlı, her şeyi bilen vakur halimizle hiç alakası yok. Aslında bizim de yok o durumla bir ilgimiz, ama bilmiyoruz henüz. Başımız dik, gülümsüyoruz dünyaya, espriler yapıyoruz, mutluyuz sözde. Her şeyi başarmışız. Bize zarar verebilecek hiç bir şey yok nasılsa. Öyle mi? Uzaklardan gelen bir ses hayır diyor ama. Ses değil daha doğrusu, bir kelime-sesi arkasından sürükleyecek bir kelime. "Fitzcaraldo" diyor bir çerçevenin diğer tarafından kim olduğu asla bilemeyeceğimiz öteki benliğimiz. Alışageldiği gibi ses ve müzik kelimeden sonra geliyor. Kelimenin kendisiyle aşağıya doğru bir ivme kazanan dudaklarımıza,bütün organlarımız eşlik ediyor şarkı başladığında. Sorgulamaya başlıyoruz, bu güneşli günde rüzgarın neden bizimle alay ettiğini; denizin ne kadar acımasız, şehirlerin ne kadar uzak olduğunu, ne kadar aptal olduğumuzu, gereksizliğimizi çoğul olarak. Ne uğursuz bir güne dönüştü diye düşünüyoruz, sonra hemen fark ediyoruz o içimizdeki taşın hiç bir zaman yok olmadığını. O zaman anlıyorsunuz asla başaramayacağınızı. Belki de iyi bir şeydir bu diye kendinizi teselli bile edemiyorsunuz, çünkü sizi bekleyen birisi olmadığınızın farkındasınız. Gerek de yok diyorsunuz, ama içinizden küfrediyorsunuz o küçük tesadüflere- insanları o tekdüze yaşamlarından kurtardığını iddia ederek her zaman daha kötüye sürükleyen o minik, şımarık, ahlaksız şeylere. Neyse gün uzun ve gereksiz işler yeterince çok, rahatlıyorsunuz biraz, ama sonra gece geliyor aklınıza. Şarkı da tam o anda bitiyor ve Ben Harper başlıyor eskisi gibi "Alone" demeye.
Yorumlar
Yorum Gönder