Ay Sarayı Paul Auster'ın 1989'da yayınladığı 4'üçüncü (Farklı isimde çıkardığı bir kitabı daha vardı hatırlarsınız) kitabı. Hayatını anlattığı kitap dışında , New York Üçlemesi ve Son Şeyler Ülkesinde 'yi okumuştum bundan önce, yazar hakkında da detaylı bilgi vermiştim o incelemelerde.
Ay Sarayı ne "New York Üçlemesi" gibi postmodern bir -pardon üç- polisiye ya da "Son Şeyler Ülkesinde" gibi distopik- Öyle miydi gerçekten?- bir hikaye. Bazı okurların en sevdikleri Paul Auster romanı hatta en sevdikleri şey olarak tanımladıkları bu kitap, bazılarına ise oldukça sıkıcı gelebiliyor.
Herkesin dediği gibi tesadüfler üzerine bir kitap bu. Kitapta bir iki yerde “Hah! Sanki dünyada rastlantı diye bir şey olabilirmiş gibi. “ ya da “Rastlantı diye bir şey yoktur. Bunu yalnızca cahiller söyler.” tarzı cümleler geçse de Doktor Jivago'yu temize çıkaracak kadar çok tesadüf var bu kitapta. (Okumadım, incelemelerde öyle diyordu herkes)
Baştan başlayalım isterseniz. Hatta ilk paragraftan. İnsanların Aya bastığı yıl başlıyor hikayemiz ve ilk paragrafta kitabın sonuna kadar ne olacağını söylüyor Paul Auster. Yani aslında ilk paragraftan sonrasını okumanıza hiç gerek yok. Ama o kadar parayı boşu boşuna vermediğinize inandırmak için kendinizi okumaya başlıyorsunuz. Kitap boyunca da bazı kırılma noktalarından sayfalar önce süprizbozan (alışamadım daha- spoiler) veriyor Paul Auster ve zaten tahmin ettiğiniz şeyi tahmin ettiğiniz anda o da söylüyor size. Ama kitabın başında nasıl başlamışsanız kitabı okumaya, böyle yerlerde de devam ediyorsunuz mecburen. Hedef önemli değil çünkü, yolculuk önemli.
Evet yolculuk önemli ve bu yönüyle beat kuşağına yaklaşıyor biraz Auster. Kitap içinde çeşitli yolculuklara çıkıyoruz çeşitli kahramanlarla, zihinsel ya da maddesel yolculuklar bunlar, tesadüfler ve Ay yolumuzu belirliyor çoğunlukla. Kitapta bir Çin Sürpriz kurabiyesinden çıkan ya da Tesla'nın söylediği iddia edilen söz gibi ” Güneş geçmiş, Dünya bugün, Ay ise gelecektir”. Ay çıkıyor bir yerde karşımıza hep. Bazen Ralph Albert Blakelock'un Fogg ile birlikte bir saat boyunca baktığımız Ayışığı tablosunda, bazen Solomon Barber'in hayali “Kepler'in Kanı “ kitabında. Ay orada hep ve biz de huzurluyuz.
Üç kişinin hikayesi var kitapta, tesadüflerin abartılı ağının birbirine bağladığı üç farklı insan. Marco Stanley Fogg anlatıyor hikayeyi- dayısı Victor'la birlikte daha girişte Victor Hugo geliyor aklımıza ve başka bir yolculuk hikayesi. Kitabın sonuna kadar milyonlaca başka şey daha geliyor sonra. M.S.Fogg'un gençlik yıllarını yaşıyoruz kitabın ilk bölümünde. Buralarda bir yerlerde kendini bırakıyor Fogg, hiç bir şey yapmıyor, çalışmıyor, uğraşmıyor. Elimdekiyle yaşayabildiğim kadar yaşarım diyor, tüm kitaplarını satıyor, elektrik/su kesiliyor yavaş yavaş.Parası, yiyecekleri tükeniyor, evden atılıyor. En son Central Park'ta ölmek üzereyken hayata dönüyor arkadaşları sayesinde. Buralarda daha çok Henry David Thorau havası aldım biraz, New York Üçlemesinde de bolca geçmişti Walden kitabı ve Sivil İtaatsizlik.
İkinci Kısımda ikinci karakterimizi tanıyoruz, Fogg Thomas Effing'in yanında çalışmaya başlayınca. Şahsına Münhasır bir kişi Effing. Kitap ilerledikçe, Borges'in büyülü gerçeklik havasında Effing'in hikayesini öğrenmeye başlıyoruz. Biraz da eski İtalyan filmleri havası almadım desem yalan olur. Çok havalı bir inceleme oluyor farkındayım, ama kitap da öyle. Yüzyılın başı New York'u, Tesla- Edison çatışması, Dünya Fuarı, 1900'ler Amerikan resim akımları, Paris, savaş anıları, Kızılderililer, Orta-Orta Batı Amerika ve vahşi doğa. Hepsi bir arada. Masal mı gerçek mi olduğunu anlayamadığınız hikayeler, kitabın nispeten duarğanlaştığı yerler buralar. Aklıma “Can Dostum -The Intouchables” filmi geldi burada da. Sürekli farklı film/kitaplara gönderme yapıyorum ama Paul Auster de benim gibi yapıyor zaten kitapta, sürekli bir şeylere bakıyorsunuz kitabı okurken bu neymiş diye.
Üçüncü bölüm Solomon Barber'le ilgili. Onunla da bir yolculuğa çıkıyoruz kitabın sonunda, hikaye içinde hikaye devam ediyor. Tesadüfler devam ediyor. İlk paragrafta olanlar detaylandırılıyor. Ve 7 bölümde, başladığı gibi ayla bitiyor roman.
Kendi hayatından ve eski kitaplarından şeyler de var her zamanki gibi bu kitabında da Paul Auster'in. Paris, Colombia Üniversitesi, sokakta para dağıtma , babasız büyüme, nakliye işi hep Paul Auster'in yaşam öyküsü olan Cebi Delik 'te geçen şeyler. Kelimelere ve kullanımlarına da bütün kitaplarda değiniyor Paul Auster, okuduğum tüm kitaplarında en az 4-5 sayfa kelimelerin kullanımıyla ilgili ilginç paragraf/diyaloglarla geçiyor. Bu kitaptaki parçalanmış şemsiye de Cam Kent'de Stillman'ın “özelliğini yitirmiş cisimlerin adı aynı mı kalmalıdır “ konuşmasını hatırlatıp gülümsetti beni. Ve tabi yazarın alamet-i farikası New York. Bu kitapta da bolca geçiyor, özellikle Central Park. Ama Effing özelinde New York tarihine de giriyoruz bu kez, yüzyılın başındaki halini görüyoruz şehrin.
3 ana karakter dışında, ilgi çekici yan karakterler, eksantrik hikayeler, savaş karşıtlığı, ateşli tanışmalar, silahlı çatışmalar, yeni başlangıçlar, bitmeyen yalnızlıklar, aşk, ayrılık, aşırılıklar, kitaplar, insanlar ve kimlerine göre mutlu kimilerine göre mutsuz son. Tekmili bir arada bu kitapta. Bazıları kurguyu zorlama bulsa da biraz, kesinlikle okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum ben- özellikle Paul Auster'i takip edenler için. Bu kadar şey Paul Auster'in mükemmel dili ile birleşince, ortaya çıkan şey hak ediyor çünkü okunmayı ne kadar yoğun da olsa.
Yorumlar
Yorum Gönder