Zorlu ve uzun bir Ulysses bölümüne daha başlıyoruz. Bu bölümün ismi Odyyseus'un dördüncü bölümündeki deniz tanrısından geliyor. Poseidon değil tabi, onun oğlu (bazı kaynaklarda adamı olarak geçiyor) şekil değiştirebilen tanrı- Homeros'un deyimiyle denizin yaşlı adamı Proteus. Bölümden bahsedersek kısaca, Odysseus'un dördüncü bölümüne Telemachus ve Nestor'un oğlu Psistarus; aynı anda oğlu ve kızına düğün yapan Sparta kralı Menelaus'un yanına geliyorlar. Menelaus ve Helen kendi maceralarını anlatıyorlar- Bu arada Helen'in Truva savaşından sonra Sparta'ya döndüğünü iddia eden tek kişi de Homeros- Menelaus Odysseus'la beraber dönmemiş, Pharos adasından kaçabilmek için yaşlı deniz tanrısı Proteus'la konuşması gerekmiş. Proteus'un kızı Eidothe'nın verdiği tavsiye sayesinde bu şekil değiştiren tanrı ile görüşmeyi başarmış. Proteus, Menelaus'a Sparta'ya İskenderiye üzerinden dönmesini öğütlemiş. Bu arada da Odysseus'un Calypso adasında tutsak olduğunu da söylemiş Menelaus'a Proteus. Bölümün sonunda Penelope'un talipleri Telemachus'un babasını aramaya gitiğini öğreniyorlar ve tuzak kuruyorlar çocuğu öldürmek için. Bunu duyan Penelope da dua ediyor Athena'ya. Daha fazla ayrıntıya girmeden Joyce'un şemalarına geçiyorum şimdi de.
Zaman: Öğleden Önce 11:00.
Sahne: Kumsal (Sandymounth Plajı)
Organ: Yok
Sanat: Filoloji
Renk: Yeşil
Simge: Gelgit – Dünya, Ay, evrim, metamorfoz (Bunlar Linati şemasından)
Teknik: Monolog (Erkek)
Anlam: Temel Madde (Nevzat Erkmen “Birincil Özdek” olarak çevirmiş, Proteus kişiliği de şemalara göre bir karakter olarak değil de temel madde olarak tanımlanmış)
Üçüncü bölüm “Ineluctable modality of the visible: at least that if no more, thought through my eyes.” ibaresi ile başlıyor. Nevzat Erkmen; “Görülebilenin kaçınılmaz kipliği, en azından bu gözlerimin düşüncesi.” diye çevirmiş, Armağan Ekici ise “Gözle görülenlerin kaçınılmaz modalitesi: en azından bu, eğer daha fazlası değilse, gözlerim aracılığıyla gelen düşünce.” demiş. Size biraz aptalca gelebilir ama iki saatimi sırf bu ilk cümle üzerinde harcadım. Modality, Kip, Modalite neydi bunlar? Sözlük basit olarak tarz/yöntem diyordu. Felsefe açısından baktığımızda ise “Dünyanın hangi özelliklerinin rastlantısal, hangilerinin zorunlu olduğunu ve ikisi arasındaki farkın nasıl ifade edileceğini tanımlama sorunudur.” diye geçiyordu Ekşi Sözlük'te ve dolaylı olarak Wikipedia'da. Dilbilime göre ise, her türlü iletim şekli anlamına geliyormuş. En mantıklı çeviri (Bölümün sanat tazı da filoloji olduğu için) “Görünürün kaçınılmaz aktarımı: Daha fazlası değilse bile en azından gözlerimden kaynaklanan düşünce” şeklinde geldi bana. Peki neden önemliydi bu? Hiç dikkate almadan da atlayabilirdim belki bir şey ifade etmeyecek ilk cümleyi. Olmuyor ama, bir kitabın ya da bir şeyin başında hayal kırıklığına uğradığımda devam etme gücünü çok zor buluyorum ben. Aşmam lazım diyorum kendi kendime, en azından bu ilk bölümleri, gerisi gelir nasıl olsa. Geliyor da çoğunlukla.
Tabi benim kendimle yaptığım bu tartışmanın bölümle hiçbir alakası yok. Gözlerinin gördüğü ve beynine aktardığı şeyler ile normalde var olan şeyler arasındaki farkı sorguluyor Stephen Proteus'un başında. Ve açıkçası Aristo'nun bütün eserlerini özümsemek gerektiğini anlıyorsunuz, Ulysses'in en azından böyle göndermelerinden bir şeyler çıkarabilmek için. Boşuna dememiş James Joyce da; “profesörleri yüzlerce yıl meşgul edeceğim” diye. Farkındaysanız her yazı da gitgide daha da uzuyor, korkum sonlara doğru bölümlerden daha uzun izlenimler yazmak. Evet bu yazdıklarım sadece izlenim. Açıklama yapmaya vakıf değilim yeterince, olsaydım bile bir parça anlaşılır olması için yüzlerce cilt işgal etmem gerekirdi gibi geliyor.
Daha başlamadık bile bölüme, oysa sadece plajda yürüyor bu bölümde Stephen ve bir şeyler düşünüyor. Ama ilk paragraftaki göndermeler bile en az üç kişiyle ilgili (Aristo, Boehme, Berkeley) Neyse ikinci paragrafta da gözlerini kapatıyor ve görülebilen gerçekten duyulabilen gerçeğe geçiyoruz biz de. Burada da Platon'dan William Blake'e, Gotthold Lessing'den Hamlet'e bir çok şey geçiyor Stephen'ın aklından. Mide kabuklarına basarken çıkan seslere göre bir şarkıya başlıyor bir ara, profesörler yine deliriyor ne demek istedi/kimi kastediyor diye. Önemli mi o kadar, değil bence. Peki biz niye okuyoruz bu kitabı her şeyi anlamamız gerekmiyorsa? Armağan Ekici'nin dediği gibi kızılca kıyamet aşkına en başta. Hoşuma gidiyor bir şeyler okurken bir şeyler öğrenmek, öğrenirken eğlenmek, eğlenirken – bulamadım başka bir şey, öyle işte. Tabii herkes kırık değil benim gibi, fazla zorlamak istemeyebilirsiniz kendinizi.
Nerede kalmıştık, evet bölümün en başında. Evet, bu gözü açık ve kapalı maceradan sonra tekrar gözünü açıyor (tahmin ettiği gibi her şey yok olmuyor) ve iki ebe görüyor Stephan. Joyce bu bölümde, bölümün sanatına uygun olarak bolca oynuyor kelimelerle. Büyük kelimesi yerine mesela Fransızca bir kelimeden türettiği "lourdily" kelimesini kullanıyor, ya da şemsiye yerine bir Charles Dickens kitabında geçen, şemsiyeli Bayan Gamp'in ismini kullanıyor. Hayal kurmaya başlıyor yine sonra- kadının çantasındaki muhtemel bir ölü/düşük çocuktan göbek bağına, oradan kendi göbek bağlarımıza, oradan da ilk insana geçiyor, hatta telefon görüşmesi yapmaya çalışıyor bu kablolardan. Göbeği yok gerçi Havva'nın, Adem, Havva, ilk günah, kendi yapılışı, İsa'nın oluşu, İznik Konsili, Arius'un dışlanışı, (ki burada Joyce'un ürettiği "contransmagnificandjewbangtantiality" kelimesi geçiyor) ve Stephen'ın kafasındaki aşağılanmış ölümü.
Hızlanmam gerektiğini hissediyorum ben de bu ara, sığmayacak bir yıla yoksa Ulysses üzerinden yapacağım bu yolculuk. Yürümeye devam ediyor Stephen, o gün yapacağı şeyleri düşünüyor, sonra Richie amcası/Sara yengesine yapacağı ziyareti canlandırıyor kafasında. Bu eğlenceli canlandırmadan sonra, ailesinden utandığını hatırlıyor çocukken ve bu Gulliver'in yazarı Jonathan Swift'i getiriyor aklına. Onun da insanları sevmediği, bilge atlar olan Houyhnhnm'ların, başıbozuk insanlar olan Yahoo'lar (evet o yahoo buradan geliyor) üzerinde kurduğu hakimiyeti hatırlıyor o karışık düşünceler arasında ve Swift'in adım adım deliliğe kayışını düşünüyor. Sonra da klasik kilise taşlamalarına geçiyor. Klasik diyorum, kitap boyunca bol bol görüyoruz böyle kiliseye, rahiplere, Hristiyanlık tarihine yapılmış kelime oyunlu göndermeleri. Kendi hayal kırıklıklarını hatırlıyor, başta aldığı Cizvit eğitimi ve dinle ilgili, gençliğindeki cinsel dürtülerle ilgili, yazmayı düşündüğü kitaplar, sonraki nesillere bırakacağı şaheserlerle ilgili. Yürümeye devam ediyor kumsalda, deniz kabukları ve bilumum kumsal şeyi arasında (belki de İspanyolların kayıp armadası).
Sara Yengesinin evini geçtiğini fark ediyor. Pigeonhouse'a (Otele dönüşmüş eski bir kale) doğru yürümeye başlıyor ve çağrışımlar değişiyor. Arkadaşını hatırlıyor Fransa'daki, Patrice Egan'ı ve kendisine tavsiye ettiği Leo Taxil'in İsa'nın Hayatı kitabını. (Vatikan'ı kızdıran, Hristiyanlıkla alay eden göndermeler içeren bir kitap bu) Sonra Paris'teki öğrencilik yıllarını düşünüyor, parasız günlerini, yaşadığı bohem hayatı, annesinin gönderdiği parayı geç kaldığı için almasına izin vermeyen postane memurunu öldürme isteğini, annesinin hasta yatağında ölmek olduğunu söyleyen babasının telgrafını ve annesini öldürdüğü (mecazi olarak) gerçeğini.
Dublin Limanı güney duvarından gördüğü sarı evlerin üzerinde sarı güneş yine Paris sabahlarını hatırlatıyor Stephen'a. Ama bu kez öğrencilik sefaleti değil de Paris'ten ses ve görüntüler geliyor aklına ve arkadaşı Patrice Egan'ın babası Çılgın Kaz (İrlanda'nın bağımsızlığı için çarpışıp sürgün edilenlere veriliyormuş bu isim) Kevin Egan, yeşil perisini (absinth) içerek İrlanda milliyetçiliği, garip Fransız adetleri ile gençliğinin İrlanda'sını anlatıyor Stephen'a. Kevin Eagen Menelus'la özdeşleştirmiş Odysseus'daki, Joyce'un şemalarına göre.
Denizin kenarına kadar geldiğini anlayınca geri dönüyor Stephen. Sabah ayrıldığı kuleyi görüp, bir daha oraya gitmemeye yemin diyor. Deniz kabarmaktayken yukarıda bir kayaya oturup etrafı gözlüyor. Bir köpek iskeleti, sonra başka bir köpek canlı, iki kişi, köpek onlara doğru koşuyor, Stephen Dublin'in Viking Kralları tarafından işgal sahnesini hatırlıyor sahildeki.
Köpek daha sonra geri dönüp ona doğru koşuyor. Korkuyor köpekten Stephen, korkmuyor gibi görünmeye çalışıyor. Olmadığı gibi görünmeye çalışan ve İrlanda üzerinde hak iddia eden diğer kralları hatırlıyor bu kez de. Detaylı olarak İrlanda tarihini öğrenebiliriz bu bölümde her göndermeye dikkat etsek. Ama sonraya bırakıyorum ben bu ayrıntıları. Çok yordu bu bölüm beni çünkü. Sadece İngilizce değil, bildiği bütün dillerden kelimeler var Proteus'da. Fransızca ağırlıklı, ama İtalyanca, Almanca, Latince, İrlandaca (baktım yine Türkçe'sine) kelimelerin yanında kendi icat ettiği kelimeler- Nevzat Erkmen ana kitapta bunları çevirme ihtiyacı hissetmemiş tabi, sözlüğe saklamış- iyice zorlaştırıyor bu bölümü.
Denizi, cesaretsizliğini, Mulligan'ın birisini boğulmaktan kurtardığını ama kendisinin annesini kurtaramadığını düşünüyor ve bir kaç gün önce boğulan adamı hatırlıyor. Onun kurtulamaması gibi kendisinin de annesini ölüme terk ettiğini düşünüyor korkaklığından Stephen. Uzaktaki iki kişi yakınlaşıyor ve biri kadın diğeri erkek deniz kabuğu/midye toplayıcıları oldukları anlaşılıyor. Köpek, iskeleti kokluyor. Kızıyor adam tekmeliyor köpeği. Korkarak kaçıyor, çişin yaparak gömüyor kuma. Stephen büyük annesini gömen tilkiyi hatırlıyor, bir önceki bölümde öğrencilerine sorduğu çözümsüz bilmeceyi.
Daha sonra gördüğü bir rüyayı hatırlıyor Stephen, Harun Reşid dönemi, elinde kavun olan bir adam kırmızı bir halıdan buyur ediyor Stephen'ı. Çingene olduklarını anlıyor midye toplayıcıların Stephen, kadın da eski bir cinsel deneyimi getiriyor aklına karanlık bir sokaktaki. Sonra yine cinsel çağrışımlar, kafadaki dönüşümler, fiziki basit aktiviteler (burun karıştırma gibi) ve bitiş. Son olarak arkasına baktığında bir gemi görüyor uzakta Stephen üç direkli- çarmıha benzeyen direkler.
Baştan sona aslında hiç bir aksiyon içermemesine rağmen yukarıda belirttiğim sebepler yüzünden şu ana kadar beni en çok zorlayan bölüm oldu Proteus. Sonuçta Stephen Dedalus'un kafasının içindeyiz bölüm boyunca gördüğü, dinlediği şeyleri onun beyni vasıtasıyla değerlendiriyoruz. Oldukça dolu bir beyin bu da - bölüm boyunca hem ilk iki bölümdeki olaylara düşüncelere ve göndermelere de gönderme var, hem de farklı eserlere. Değişimler/dönüşümler de oldukça fazla okuduğumuz bu kısımda, örneğin Stephen köpeği bir çok şekilde düşünüyor (panter, ayı, kurt, vb), tıpkı bölümün adı olan şekil değiştirebilen tanrı Proteus gibi. Sonlara doğru Stephen'ın da olgunlaşmaya başlandığını da çıkarmış Ulysses uzmanları ama ben açıkçası dikkat edemedim.
Bu bölümle kitabın Stephan'ın objektifinden anlatılan ilk kısmı bitiyor. Bloomsday'in isim babası Leopold Bloom'un kafasına gireceğiz 4.bölüm olan Calypso'yla. Yine bölümden bir dinleti ile bitireceğim alışageldiği üzere.
Yorumlar
Yorum Gönder