Hasta olmak varken yapılacak şey değildi ki bu. Kimin aklına gelmişti bu bilmiyorum aslında. Sadece ben vardım , bir de ortalama hayatım. Ortanın az üzerinde yaşamak için çalıştığım bir hayat. Başaramasam da hiç kötü emelleri, hep görünüşümü düzeltmeye çalışırdım. Olduğun gibi görün , göründüğün gibi ol ifadesi, kötü bir eski zaman kişisel gelişim kitabıydı benim için sadece. Hasta görünüyorsa kimse, hasta olmak zorunda değil demiştim bir keresinde. Yazın yeni bittiği aylardaydık. Herkesin ayı farklıydı sanki. Ben en güzeli olan Eylül'ü seçmiştim. Ekim miydi yoksa en güzeli, farkı yok sonuçta. Gerçi Ekimin ortasında başka doğuyor güneş uzakta olunca İstanbul'dan. İstanbul'u içselleştiremediğim için bir türlü, kendime de dışarıdan bakamamıştım. Herkes biraz da olsa kendinin ressamıdır demiş bütün resim yapanlar. Ben kendi resmimi hiç yapmadım. Güzel insanlara bırakmalı böyle işleri. Onlar kötü resim bile yapsa, kurtaranları vardır elbette. Ortalama hayat yaşayıp, ortanın az üstünde yaşıyormuş gibi görünüyorsan bir takım prensiplerin ve bayağı çok sorunun var demektir. En azından Türkiye'de durum böyle. Bu sorunların arasında en küçüğü olan hasta olmak, daha tercih edilebilir bir şeydi tabi ki. Ama ısrarla ve gereksiz bir şevkle o gün işe gitmeye karar vermem - hasta olmak varken- sadece giriş cümlesini anlaşılır hale getirmekten öte bir şeydi sanki. Kimse bana işe git dememişti o sabah. Ben de hasta ayağına yatarım diyordum. Kimse bana hasta kal da diyemezdi ki. Kimseye dair bir sorumluluğum yok. Bazıları buna, ben çok yalnızım, da diyebiliyor; ama ben sadece benin o ulaşılmaz tekliğini keşfettiğimi söylüyorum onlara. En baştaki keyifli birliği. (İkiz ya da fazlasını dikkate almıyorum) İş dediysem fazla abartılacak bir şeyim yoktu. İstediğim zaman hastalık izni alabileceğim bir yerde çalışmıyorum gerçi. Bir trapez elemanın, hayatı boyunca izin alabileceği gün sayısı sınırlıdır. Ama bugün tam o gündü. Beni tutan , iş hayatım boyunca tutmuş ve benim de tuttuğum mesai arkadaşım hastalık izni almıştı. Herkes benim de hastalık izni almamı bekliyor diye düşünmüştüm. Ya da hayal kurmuştum. Sekiz buçuk - beş buçuk silahşörleri böyle gereksiz ve saçma kıyafetlerin içine girmeyi çok severler normalde. Tıpkı bir şeyler yazan güruh gibi onlar da karşıdakilerinin her dediklerine inanacaklarını sanırlar. En tıkandıkları yerlerde yalana başvururlar. Bu yazının her alanında geçerlidir. Osmanlı tarihi yazan bir tarihçi, muğlak bölgelere geldiğinde, Osmanlının çöküşüne kendi görüşü doğrultusunda katkı yapabilir. Ya da yaşı ilerlemiş bir yaşam koçu, gerçek yaşamın aslında elli yaşından sonra başladığını iddia edip (ki bu sayı koçun yaşına göre seksene kadar çıkabilir) toplumun para sahibi kesiminin sempatisini kazanabilir. Ben kısmen, kolsuz bir trapez sanatçısı olarak yalanın toplumları çürüttüğüne inanmaktayım. Belki de sırf bu sebepten o gün hasta olmak yerine düşler sokağındaki iş yerime gitmeye karar verdim. İşime ulaşmak için önce ihtiras tramvayına binmem gerektiğini burayı okuyan tüm dünyaya ilan etmek zorundayım. Sonuçta belki de altı buçuk milyar insan, şu an olmasa bile, akşama kadar bu yazıya göz atmaya çalışacak. Kalan bir milyarın benim işe gidiş güzergahımla ilgileneceğini zannetmiyorum. Mucizeler dükkanının önünde inip dükkanın vitrinindeki mucizelere göz attıktan sonra, önümdeki yeşil yolu hiç dikkat çekmeden geçerim hep. Düşler sokağındaki büromdan içeri girip pembe incili, kapşonlu gocuğumu çıkardım ve bu yıl Eylülün neden bu kadar sıcak olduğunu düşündüm. Hatta küfrettim bile diyebilirim, demesem daha iyi olur belki. Çünkü böyle şeyler yazan birisi olarak okuyucuma - tekil konuşmam sizi aldatmasın, en az altı buçuk milyar kişinin beni okuyacağını tahmin ediyorum- karşı bir sorumluluğum var elbette benim de. Bana kamu spotu zorlaması yapılmasa da henüz - ben böyle zorlamalara boyun eğecek birisi değilim ne de olsa- tecrübelerime dayanarak ben kendi spotumu kendim yapabilmeliyim, okuyucumun birikimini de dikkate alarak. Tutkal, Bali benzeri keyif verici ve yapıştırıcı malzemeler sizi başka alemlere götürmemekle kalmaz, aynı zamanda ellerinize yapışıp bütün gününüzü rezil de edebilir. İşte böyle. Benim ellerim yapış yapış olduğunda genelde farklı şeyler yapıyor oluyorum ben ama bunu da bilmesi gereken insanlar var hayatta. Şu hayatta kaç defa trapezden düşebilir bir insan. Bu mesleğe ilk başladığımda Chai Usta- evet, benim de uzak doğulu bir ustam var klişe gibi gelse de size- bu soruyu sormuştu bana. O zamanlar sağ kolum daha yerindeydi. Sol kolum ise başka bir hikaye-masal-anı artık siz hangisine inanmayı seçerseniz onun konusu. Hemen insan bir kere düşer diye atladım. O zamanlar da çok toydum. Chai ustam; düşeceğin zaman hastalık izni al, demişti daha önce bana. Ve bu sözü hiç unutmadım. O gün bugündür düşeceğimi hissettiğim zaman hep hastalık izni alıp işe gitmem. Ama bugün farklıydı sanki. Yıllar önce izlediğim o Tony Curtis filmini hatırladım. Tony Curtis oynuyordu filmde, başka bir şey aklıma gelmedi. Bir de sallanan insanlar vardı trapezde. Acaba benim meslek seçimimde etkisi olmuş muydu o filmin . Tahmin etmiyorum. Bir ortaçağ polisiyesi yazarının Umberto Eco'dan etkilenmesi gibi bir şey bu. Kimse italyancayı o kadar iyi bilmez ki. Chai ustayı hatırladım tekrar, hayır demişti, sen bu tek kolla her gün düşersin. Bu yüzden seni trapezci kadrosuna almamız mümkün değil, sadece vantrolog olabilirsin bu kolla, ama onun için de göbeğini incelemem gerekir. Bir de mandalina kokusu vardı. Şu an beni görse pişman olur muydu? Sanmıyorum. Kolsuz trapezcinin büyük başarısı manşetlerini hayal ettim. Göbeğime baktım sonra, konuşmuyordu hala. O zaman da konuşmamıştı ve vantrologluktan olmuştum. Belki de benim kredi kartım Chai ustanın cebine girmişti yanlışlıkta o akşam üstü. Hatırlamıyorum, Eylül müydü o gün de bugün gibi? Sonra sahtekar olduğu ortaya çıkmıştı Chai Ustanın , ben de ona bağışladığım tek kolla kalmıştım. Ama onun sayesinde bu günlere erişebilmiştim. Keşke hasta olsaydım dedim kendi kendime. Gerçekten hasta olmayı başarabilen çok az trapezci vardı. Üçlü saltoyu denemeye çalıştığım zaman da herkes başaramayacağımı söylemişti. Hem kolsuzdum hem de sigortacı sonuçta. Ama azmettim ve geldim buraya sonuçta. Hastalık izni alsaydım keşke, kimse ihtimal vermiyor hala başarabileceğime. Ağ germeyin dedim patronuma, böyle deneyecektim. Garip garip baktı suratıma. Herkes bana garip bakmıştır yaşamım boyunca. Ortalama yaşam süren kolsuz trapezci olup sigorta şirketinde çalışanların kaderi bu herhalde. Göbeğimi açtım, buna bak istersen dedim. Hatırladı göbeğim Chai Ustanın yıllar evvel yaptığı konuşmayı. Patronum da önümden çekildi. Evet gidiyordum , başaracaktım. Chai ustamın yüzünü kara çıkarmayacaktım. Asla dedim patronuma, asla kolsuz bir trapezcinin ardından göz yaşı dökerken, kalçalarını kesme aynı zamanda. Utandı patronum. Ben düştüm sonra.
Hasta olmak varken yapılacak şey değildi ki bu. Kimin aklına gelmişti bu bilmiyorum aslında. Sadece ben vardım , bir de ortalama hayatım. Ortanın az üzerinde yaşamak için çalıştığım bir hayat. Başaramasam da hiç kötü emelleri, hep görünüşümü düzeltmeye çalışırdım. Olduğun gibi görün , göründüğün gibi ol ifadesi, kötü bir eski zaman kişisel gelişim kitabıydı benim için sadece. Hasta görünüyorsa kimse, hasta olmak zorunda değil demiştim bir keresinde. Yazın yeni bittiği aylardaydık. Herkesin ayı farklıydı sanki. Ben en güzeli olan Eylül'ü seçmiştim. Ekim miydi yoksa en güzeli, farkı yok sonuçta. Gerçi Ekimin ortasında başka doğuyor güneş uzakta olunca İstanbul'dan. İstanbul'u içselleştiremediğim için bir türlü, kendime de dışarıdan bakamamıştım. Herkes biraz da olsa kendinin ressamıdır demiş bütün resim yapanlar. Ben kendi resmimi hiç yapmadım. Güzel insanlara bırakmalı böyle işleri. Onlar kötü resim bile yapsa, kurtaranları vardır elbette. Ortalama hayat yaşayıp, ortanın az üstünde yaşıyormuş gibi görünüyorsan bir takım prensiplerin ve bayağı çok sorunun var demektir. En azından Türkiye'de durum böyle. Bu sorunların arasında en küçüğü olan hasta olmak, daha tercih edilebilir bir şeydi tabi ki. Ama ısrarla ve gereksiz bir şevkle o gün işe gitmeye karar vermem - hasta olmak varken- sadece giriş cümlesini anlaşılır hale getirmekten öte bir şeydi sanki. Kimse bana işe git dememişti o sabah. Ben de hasta ayağına yatarım diyordum. Kimse bana hasta kal da diyemezdi ki. Kimseye dair bir sorumluluğum yok. Bazıları buna, ben çok yalnızım, da diyebiliyor; ama ben sadece benin o ulaşılmaz tekliğini keşfettiğimi söylüyorum onlara. En baştaki keyifli birliği. (İkiz ya da fazlasını dikkate almıyorum) İş dediysem fazla abartılacak bir şeyim yoktu. İstediğim zaman hastalık izni alabileceğim bir yerde çalışmıyorum gerçi. Bir trapez elemanın, hayatı boyunca izin alabileceği gün sayısı sınırlıdır. Ama bugün tam o gündü. Beni tutan , iş hayatım boyunca tutmuş ve benim de tuttuğum mesai arkadaşım hastalık izni almıştı. Herkes benim de hastalık izni almamı bekliyor diye düşünmüştüm. Ya da hayal kurmuştum. Sekiz buçuk - beş buçuk silahşörleri böyle gereksiz ve saçma kıyafetlerin içine girmeyi çok severler normalde. Tıpkı bir şeyler yazan güruh gibi onlar da karşıdakilerinin her dediklerine inanacaklarını sanırlar. En tıkandıkları yerlerde yalana başvururlar. Bu yazının her alanında geçerlidir. Osmanlı tarihi yazan bir tarihçi, muğlak bölgelere geldiğinde, Osmanlının çöküşüne kendi görüşü doğrultusunda katkı yapabilir. Ya da yaşı ilerlemiş bir yaşam koçu, gerçek yaşamın aslında elli yaşından sonra başladığını iddia edip (ki bu sayı koçun yaşına göre seksene kadar çıkabilir) toplumun para sahibi kesiminin sempatisini kazanabilir. Ben kısmen, kolsuz bir trapez sanatçısı olarak yalanın toplumları çürüttüğüne inanmaktayım. Belki de sırf bu sebepten o gün hasta olmak yerine düşler sokağındaki iş yerime gitmeye karar verdim. İşime ulaşmak için önce ihtiras tramvayına binmem gerektiğini burayı okuyan tüm dünyaya ilan etmek zorundayım. Sonuçta belki de altı buçuk milyar insan, şu an olmasa bile, akşama kadar bu yazıya göz atmaya çalışacak. Kalan bir milyarın benim işe gidiş güzergahımla ilgileneceğini zannetmiyorum. Mucizeler dükkanının önünde inip dükkanın vitrinindeki mucizelere göz attıktan sonra, önümdeki yeşil yolu hiç dikkat çekmeden geçerim hep. Düşler sokağındaki büromdan içeri girip pembe incili, kapşonlu gocuğumu çıkardım ve bu yıl Eylülün neden bu kadar sıcak olduğunu düşündüm. Hatta küfrettim bile diyebilirim, demesem daha iyi olur belki. Çünkü böyle şeyler yazan birisi olarak okuyucuma - tekil konuşmam sizi aldatmasın, en az altı buçuk milyar kişinin beni okuyacağını tahmin ediyorum- karşı bir sorumluluğum var elbette benim de. Bana kamu spotu zorlaması yapılmasa da henüz - ben böyle zorlamalara boyun eğecek birisi değilim ne de olsa- tecrübelerime dayanarak ben kendi spotumu kendim yapabilmeliyim, okuyucumun birikimini de dikkate alarak. Tutkal, Bali benzeri keyif verici ve yapıştırıcı malzemeler sizi başka alemlere götürmemekle kalmaz, aynı zamanda ellerinize yapışıp bütün gününüzü rezil de edebilir. İşte böyle. Benim ellerim yapış yapış olduğunda genelde farklı şeyler yapıyor oluyorum ben ama bunu da bilmesi gereken insanlar var hayatta. Şu hayatta kaç defa trapezden düşebilir bir insan. Bu mesleğe ilk başladığımda Chai Usta- evet, benim de uzak doğulu bir ustam var klişe gibi gelse de size- bu soruyu sormuştu bana. O zamanlar sağ kolum daha yerindeydi. Sol kolum ise başka bir hikaye-masal-anı artık siz hangisine inanmayı seçerseniz onun konusu. Hemen insan bir kere düşer diye atladım. O zamanlar da çok toydum. Chai ustam; düşeceğin zaman hastalık izni al, demişti daha önce bana. Ve bu sözü hiç unutmadım. O gün bugündür düşeceğimi hissettiğim zaman hep hastalık izni alıp işe gitmem. Ama bugün farklıydı sanki. Yıllar önce izlediğim o Tony Curtis filmini hatırladım. Tony Curtis oynuyordu filmde, başka bir şey aklıma gelmedi. Bir de sallanan insanlar vardı trapezde. Acaba benim meslek seçimimde etkisi olmuş muydu o filmin . Tahmin etmiyorum. Bir ortaçağ polisiyesi yazarının Umberto Eco'dan etkilenmesi gibi bir şey bu. Kimse italyancayı o kadar iyi bilmez ki. Chai ustayı hatırladım tekrar, hayır demişti, sen bu tek kolla her gün düşersin. Bu yüzden seni trapezci kadrosuna almamız mümkün değil, sadece vantrolog olabilirsin bu kolla, ama onun için de göbeğini incelemem gerekir. Bir de mandalina kokusu vardı. Şu an beni görse pişman olur muydu? Sanmıyorum. Kolsuz trapezcinin büyük başarısı manşetlerini hayal ettim. Göbeğime baktım sonra, konuşmuyordu hala. O zaman da konuşmamıştı ve vantrologluktan olmuştum. Belki de benim kredi kartım Chai ustanın cebine girmişti yanlışlıkta o akşam üstü. Hatırlamıyorum, Eylül müydü o gün de bugün gibi? Sonra sahtekar olduğu ortaya çıkmıştı Chai Ustanın , ben de ona bağışladığım tek kolla kalmıştım. Ama onun sayesinde bu günlere erişebilmiştim. Keşke hasta olsaydım dedim kendi kendime. Gerçekten hasta olmayı başarabilen çok az trapezci vardı. Üçlü saltoyu denemeye çalıştığım zaman da herkes başaramayacağımı söylemişti. Hem kolsuzdum hem de sigortacı sonuçta. Ama azmettim ve geldim buraya sonuçta. Hastalık izni alsaydım keşke, kimse ihtimal vermiyor hala başarabileceğime. Ağ germeyin dedim patronuma, böyle deneyecektim. Garip garip baktı suratıma. Herkes bana garip bakmıştır yaşamım boyunca. Ortalama yaşam süren kolsuz trapezci olup sigorta şirketinde çalışanların kaderi bu herhalde. Göbeğimi açtım, buna bak istersen dedim. Hatırladı göbeğim Chai Ustanın yıllar evvel yaptığı konuşmayı. Patronum da önümden çekildi. Evet gidiyordum , başaracaktım. Chai ustamın yüzünü kara çıkarmayacaktım. Asla dedim patronuma, asla kolsuz bir trapezcinin ardından göz yaşı dökerken, kalçalarını kesme aynı zamanda. Utandı patronum. Ben düştüm sonra.
Yorumlar
Yorum Gönder