Gece ve Korku


Gece olduğunda çok korktum. Uyumaktan korktum. Ne olacaktı ki. Bilmiyorum. Kalbimin böyle attığını ilk kez hissediyordum. Her zamanki yerdi. Benim soğuk, karanlık, alışılagelen yatağım. Ama bilmiyorum, bir şey beni istemedi içine girdiğimde. Deli gibi korktum. Işığı yaktım, öyle yatayım dedim olmadı yine. Kalktım televizyonu açtım, diziyle beraber gelen uyku iyi geliyordu hep bana. Salak da olsa dizi. Uyukluyordum evet, ama ara sıra gözlerimi açıp beni bekleyen korkunç sondan korkuyordum, yatağımdan. Sızmışım sonunda. Dışarıdan gelen çöp arabasının sesi uyandırdığında saate baktım, ikiye geliyordu. Yatağa gitmem gerekiyordu, biliyordum bu uyku sersemi halimde bile. Odaya geçince o korku yine sardı her yanımı. Nasıl girecektim o şeyin içine yine. Şu saçma sapan korkuların üstüne gitme olayı olmasa girmeyecektim de. Sabaha kadar vakit geçirebilirdim balkonda. Açtım yorganı, hiç bir şey yokmuş gibi uzanmaya çalıştım. Ama hazırlıklıydım da en ufak şeyde kaçmaya. Oldu, en ufak şey değil ama. Yatak beni içine çekiyordu. Girdim, gözlerimi kapattım. Binlerce şey kapalı gözlerimin önünde dolaşıyordu. Hani şu akıl hastanesinde geçen dramalardaki gibi bir durumun içindeydim sanki. Açtım gözlerimi. Bir şey yoktu normalde, ama beynim hala aynı şeylerle savaşıyordu. Köküne inmeliyim diye düşündüm sorunun, nasıl oluyorsa köküne inme olayı. Kapattım yine gözlerimi, o ne olduğunu hiç bilmediğim şeylerin arasında ilerlemeye çalıştım. Önümdeki, yanımdaki, uzağımdaki, etrafımdaki her şeyde tek bir duygu hakimdi. Kaybetme. Ya da kaybetmek istememe.  İstemiyordum ben de kaybetmeyi, neyi /kimi olduğunun hiç önemi yoktu o anda. İstemiyordum sadece. Kaybetmekten korkan hiç sahip olmamalı aslında diye birisi mi demişti zamanında, yoksa ben mi uyduruyordum şimdi bilmiyorum. Bazı şeyler hatırlıyorum sonrasına ait. Galiba rüya, ya da beynimdeki o korkunun bana oynadığı oyunlardan biri. Siyah bir çeliğin içindeydim. Çelik bir şey değil, sadece çelik. Neden öyle dediğimi de bilmiyorum. Siyah çelik demem gerekiyor sadece. O çelikle bir bütün olmuştum, yalnız ben değil. Yüzlerini göremediğim, hayır yüzleri olmayan insanlar vardı çeliğin içinde benden başka. Hiçbirini tanıdığımı sanmıyorum. Ama yanımda olmaları bir parça rahatlatıyordu beni sanki. Yatağa girerkenki gerginliğim yoktu üstümde. Hep beraber duruyorduk orada, ya da duruyorduk herhalde. Belki de sadece oluyorduk çeliğin içinde. Isınıyordu çelik, biz de ısınıyorduk. terleyenler vardı yüzsüz insanların arasında. Ben terlemiyordum. Onlardan daha üstün biri gibi düşünüyordum kendimi galiba. Terlemiyordum sonuçta, yüzüm de vardı benim. Var mıydı acaba gerçekten? Sonuçta ayna filan yoktu burada. Ellerimle yüzüme dokunmak istedim. Ellerim olarak nitelendirebileceğim bir şey de yoktu. Siyah çeliğin içindeydik, onu biliyordum sadece. Ben ve diğer yüzsüz adamlar. Ama ne olarak bulunuyorduk burada bilmiyorum. Biraz daha ısındıktan sonra çelik (ve yüzsüzlerin tamamına yakını terledikten sonra) aklıma Şolohov geldi. Bilmiş tavırlarla ukalalık yapmayı her zaman sevmişimdir. Rüyamda (ya da işte neredeysem o anda) da durum değişmiyordu. Ukalalık yapınca da, hep birisi hatamı düzeltir. Hiç öyle kendimden tam emin bir şekilde, bu böyle olmuştur diye ukalalık taslayamam insanlara. En büyük zevkimi birisi alır hep elimden. Orada da öyle olmuştu nitekim. Ve şimdi çeliğe su verilecek dediğimde, yüzsüz insanlardan birisi, o Nikolay Ostrovski'nin kitabı- Şolohov'un değil diyerek benim de terlememe sebep oldu. Hep karıştırırım diyerek baktım yüzüne, yüzü vardı sanki. Bir şeyler vardı onda ya da. Tanıdığım biriydi. hatta çok yakın olduğumu hissediyordum ona ama bilemiyordum. Bir şey demedi, sadece güldü (ya da öyle sandım) üstümüze su dökülürken. Siyahtı su da. Demek böyle oluyormuş dedim kendi kendime ve hepimiz suyun altında kaldık. Suyun altında yüzler daha bir anlam kazanıyordu olmamalarına rağmen. Biraz önceki tanıdık simayı aradım. Bulamadım. Her şey bulanıklaştı sonra. Sonra Kaşmir oldu her yan. Suyun altında nasıl gelebilmiştim Hindistan'a bilmiyorum. Pakistan mıydı yoksa? Daha önce Kaşmir'e de gitmemiştim hiç, görmemiştim bile televizyonda. Hatta sadece ismini duymuştum, haberlerde ve şarkıda. Zaten o vardı hepimizin kulaklarında. Robert Plant değildi ama söyleyen, uhrevi bir  Kaşmirdi bu. Siyah çelikte olduğu gibi buraya da neden kaşmir dediğimi bilmiyordum. Hepimizin dediysem tüm yüzsüz insanların burada olduğunu sanmayın. Sadece dört kişiydik burada. Birimizin altı tane kolu vardı Hint tanrıları gibi. Ama her elinde ayrı bir antik silah tutuyordu. Diğerinin alnına kanlı bir hilal kazınmıştı. Kansız olma ihtimali var mıydı bilmiyorum? Üçüncüsü, O, evet şansıma kurtulmuştu siyah sudan. Çok durgun akıyorsun dedim sırıtarak. Bu sefer tutturdun işte dedi ve gülümsedi yine. Burada, Kaşmir'de tam olarak görebiliyordum yüzünü. Oydu. Biliyordum,dilimin ucundaydı. Ama söyleyemiyordum hiç, söylersem gri olacaktı o sanki. O yüzdem adlandıramıyorum herhalde dedim kendime. Ama gerek yoktu ki adlandırmama, ne olursa olsun oydu, hayatım boyunca aradığım, istediğim, ihtiyacım olan. Artık her şeydi. Değil mi dedim. Değil demesine fırsat vermeden tuttum elinden.(Kaşmir'de elimiz de vardı) Diğer ikisinin kavgasının arasından kurtardım ve fırlattım göremeyeceğim kadar uzağa. Şansıma aynı anda aynı şekilde o da beni aynı uzağa fırlatmış. Beraberdik bir fare deliğinde yine uzakta. Bu kez korkum kalmamıştı, ne olursa olsun onu kaybetmeyeceğimi biliyordum. Arkamızdaki dev fareler bize doğru gelirken ona da sordum , korkuyor musun diye. Hayır dedi. Tamam o zaman dedim, farelere doğru koştuk beraber. Tam çarpışacakken gözlerimi açtım. Korkuyordum hala. Arkama baktım. Nasıl, sürdüğüm krem iyi geldi mi koluna dedim. Evet, dedi uykulu uykulu. O zaman sarıl teşekkür etmek için dedim Sarıldı. Rahatlamış bir halde gülümsedim. O'nun da gülümsediğine emindim. Ukalayım çünkü ben. Öptüm elini. Rüyalar hızlı biter dedim. Evet, ne yazık ki dedi. Sonra uyandım.

Yorumlar