Kocaman gözleriyle bakıyordu bana. Sanki tüm dünyadaki gözler onundu ve beni izliyordu hepsiyle. Kaç tane gözü vardı allah aşkına ? Ne yapmam gerekiyordu? Ya her zaman yaptığım gibi başımı öne eğecektim, ya da.... Baktım ona, gözlerine. O nasıl baktıysa ben de öyle baktım- dik dik esasen. "Etrafında tavşanlarla dolaşan birisi olarak bayağı cesursun" dedi. Onlar sadece iş içindi. "Sadece iş için onlar" dedim, bakmaya devam ederek. Onları bu işin dışında bıraksaydı keşke. Tavşanlar, özellikle beyaz olanlar, küçük yaştan beri hassas olduğum şeylerdir. Özellikte iki basamaklı sayıları öğrendiğimden beri. "Sen ne zaman öğrendin iki basamaklıları" dedi. Hatırlamasam da bunu ona belli etmedim. Sertçe bakmaya devam ettim gözlerine. Gözlerde kaybolmak deyimini sık kullanan birisi değilim. O yüzden burada da kullanmayı düşünmüyorum. Sadece boğulmak üzereydim o gözlerde herhalde. "Deniz mavi değildir, sadece gökyüzünün rengini yansıtır" dedi. Birisinden, özellikle onun gibi birisinden daha bilgece şeyler söylemesini beklersiniz. Bu " Yumurta tok tutar" gibi bir şeydi. Zaten ben de gözlerinin karanlığında boğuluyordum. Gece deniziydi, evet. İnsan boğulacaksa gündüz vakti bunun için en elverişli zaman. Hep filmlerde görürüz, batarken suyun üstündeki ışığa- güneş ya da ay- umutsuzlukla bakan insanları. Klasik boğulma sahnesi işte. Beni kimse öyle göremeyecek diye düşündüm. "Ben görüyorum geceleri" dedi. Garip bir şekilde aydınlandı her şey. Sanki bir ışık vardı. Tepeden değil ama, girdiğinizde ne olduğunu anlayamadığınız yerden ısıtmalı evlerdeki gibi, anlaşılmaz bir şekilde aşağıdan geliyordu ışık. Bir karar verme arifesinde olduğumu hissettim. Umutsuzlukla yukarı bakacak, ya da şaşkınlıkla aşağıya bakacaktım herhalde bayramda. Başka iki evren yaratmanın gururuyla üçüncü bir şey yaptım. Aslında bu iki evren safsatası sadece Schrondinger'in uydurması, sonsuz sayıda hali olabilir aslında o kedinin ve şu anda boğulan benim. Neyse ben üçte karar kıldım ve yüzmeye başladım ışıktan öteye, o karanlık gözlere doğru. Ne kadar yüzersem etrafımdaki o katran kokusu daha da artıyordu. "Keşke kahverengi olsaydı" dedim. "Seversin di mi kestaneyi" "Biraz". Gerçekten de kestane tablasının kokusu olsaydı şimdi daha çok hoşuma giderdi. Gerçi yaz gecesiyle bağdaştırılamayan bir koku, ama sadece alışkanlıklarımız galiba duyularımızın istediği de. Farklı bir şekilde eğitebiliriz beynimizi her zaman, eğer istersek. Ben istemiyordum ama. "Tara " dedim, ismini bilmiyordum ama öyle demem gerektiğini hissetmiştim. "Tavşanları bu işin dışında tut" Ulaşmıştım tepeye, burası her zaman olduğundan daha karanlıktı ve hala bana bakıyordu o koca gözleriyle. "Peki" dedi, "Ama sen de direnmeyeceksin" Başlamıştım bir kere, direnecektim, ama bunu onun bilmesine gerek yoktu. "Direneceğim" dedim olanca tutarsızlığımla. "Peki" dedi. etkilenmiş görünüyordu. Gözlerinden anladım, o karanlığın içinde yok olan ışık silüetlerinden. "Tara" dedim, baştaki ben bitmişti artık. İstediğimi diyebilir, istediğimi yapabilirdim. Uçsuz bucaksız kara denizlerde yüzüyordum sonuçta. "Ne zaman anlayacağız geldiğimizi" O an sanki ben , O , tavşanlar, hiç bir şey yokmuş gibi; gözleri, beni de takip etmeyi bırakmayarak, çok uzaklara gitti. İnsanoğlunun daha var olmadığı zamanlardaki, o kimselerin bilmediği eski topraklarda yaşayan küçük su kaplumbağasının Anteres'e bakıp hayıflanması gibi, baktı bana tekrar."Anlayacağız" dedi sadece. "Ama bugün benim doğum günüm " dedim, bir şey ifade etmediğini bilmeme rağmen. " Kutlu olsun" dedi sadece. Ağustosun kötü bir ay olduğunu ikimiz de biliyorduk doğum günü kutlamak için. Başka biri olsam Aralıkta doğardım herhalde, ama ben Ağustosta doğmak zorundaydım, en sıcak imparatorun ayında. Alışmıştım hem, hem Ağustosa , hem siyah gözlerine. "Perde çekmemi ister misin?" dedi, anlamadım. Zaten anlamazdım çoğunlukla insanları, insanlar da beni anlamazdı çoğunlukla. Tatlı bir anlaşmazlık vardı toplumla aramda. "Tara, çekme istemiyorum "dedim. Sevmiştim bu ismi, Tara. Bundan sonra alacağım ilk kaplumbağama Tara ismini verecektim. Tavşanlarımla da tek tek yarıştıracaktım, hayattaki bir sonraki idealim buydu. Amaç, erek ya da başka bir şey de diyebilirsiniz. Hatta yabancılar gibi gol kelimesini bile içinizden geçirebilirsiniz. Sonuçta hepsinin çıktığı yer aynı; Tara. Eski zaman masallarını hatırladım. Tara da bir masal anlatmaya başlasa (geldiğimizi nasılsa anlayacakmışız), gelene kadar her gece başka bir masal; birbiriyle bağlantılı , fazla kafa çalıştırmaya gerek olmayan Şehrazat masalları. "Yok" dedi Tara, "Masal sevmem ben" Beynimde miydi bu Tara, sadece gözlerini gördüğümü fark ettim birden, koskoca siyah gözlerini. " O zaman niye okuyorsun her gün bir geceyi" diyecek oldum. " Ben değil sen okuyorsun " dedi. Ben değildim Tara, O'ydu. Ve ikimiz aynı şeyin içindeydik, bunu hissediyordum. Amerikan gençlik filmlerindeki, kız yurduna kaçak girmiş çocuk hissi yaşamak istiyordum oysa. Sadece Tara'nın gözleri ve ben oradaydık ama. Hisler çok karmaşık olabiliyor, tavşanlardan öğrendim bunu. Tıpkı sesler gibi, hisleri de kategorize etmemeli insanlar. O hataya bir kere düşen birini hatırlıyorum. Şu anda ne tarih kitaplarında, ne de kutsal kitaplarda akıbeti hakkında en ufak bir bilgi geçmiyor. Sadece "İnsan Ne Olmalı " isimli kitapta dipnot olarak yaşıyor: "İnsan bu olmamalı" şeklinde. "Ben biliyorum O'nu" dedi Tara. Bilirsin tabi, uğraştığın insanları bilmek senin en önemli özelliğin. "Gelmedik mi daha" dedim. O anda anladım geldiğimizi. Yine haklı çıkmıştı. Cevap verme ihtiyacı bile hissetmedi. "Tavşanlar olmayacak söz mü?" dedim. "Söz" dedi. Çıktık.
Kocaman gözleriyle bakıyordu bana. Sanki tüm dünyadaki gözler onundu ve beni izliyordu hepsiyle. Kaç tane gözü vardı allah aşkına ? Ne yapmam gerekiyordu? Ya her zaman yaptığım gibi başımı öne eğecektim, ya da.... Baktım ona, gözlerine. O nasıl baktıysa ben de öyle baktım- dik dik esasen. "Etrafında tavşanlarla dolaşan birisi olarak bayağı cesursun" dedi. Onlar sadece iş içindi. "Sadece iş için onlar" dedim, bakmaya devam ederek. Onları bu işin dışında bıraksaydı keşke. Tavşanlar, özellikle beyaz olanlar, küçük yaştan beri hassas olduğum şeylerdir. Özellikte iki basamaklı sayıları öğrendiğimden beri. "Sen ne zaman öğrendin iki basamaklıları" dedi. Hatırlamasam da bunu ona belli etmedim. Sertçe bakmaya devam ettim gözlerine. Gözlerde kaybolmak deyimini sık kullanan birisi değilim. O yüzden burada da kullanmayı düşünmüyorum. Sadece boğulmak üzereydim o gözlerde herhalde. "Deniz mavi değildir, sadece gökyüzünün rengini yansıtır" dedi. Birisinden, özellikle onun gibi birisinden daha bilgece şeyler söylemesini beklersiniz. Bu " Yumurta tok tutar" gibi bir şeydi. Zaten ben de gözlerinin karanlığında boğuluyordum. Gece deniziydi, evet. İnsan boğulacaksa gündüz vakti bunun için en elverişli zaman. Hep filmlerde görürüz, batarken suyun üstündeki ışığa- güneş ya da ay- umutsuzlukla bakan insanları. Klasik boğulma sahnesi işte. Beni kimse öyle göremeyecek diye düşündüm. "Ben görüyorum geceleri" dedi. Garip bir şekilde aydınlandı her şey. Sanki bir ışık vardı. Tepeden değil ama, girdiğinizde ne olduğunu anlayamadığınız yerden ısıtmalı evlerdeki gibi, anlaşılmaz bir şekilde aşağıdan geliyordu ışık. Bir karar verme arifesinde olduğumu hissettim. Umutsuzlukla yukarı bakacak, ya da şaşkınlıkla aşağıya bakacaktım herhalde bayramda. Başka iki evren yaratmanın gururuyla üçüncü bir şey yaptım. Aslında bu iki evren safsatası sadece Schrondinger'in uydurması, sonsuz sayıda hali olabilir aslında o kedinin ve şu anda boğulan benim. Neyse ben üçte karar kıldım ve yüzmeye başladım ışıktan öteye, o karanlık gözlere doğru. Ne kadar yüzersem etrafımdaki o katran kokusu daha da artıyordu. "Keşke kahverengi olsaydı" dedim. "Seversin di mi kestaneyi" "Biraz". Gerçekten de kestane tablasının kokusu olsaydı şimdi daha çok hoşuma giderdi. Gerçi yaz gecesiyle bağdaştırılamayan bir koku, ama sadece alışkanlıklarımız galiba duyularımızın istediği de. Farklı bir şekilde eğitebiliriz beynimizi her zaman, eğer istersek. Ben istemiyordum ama. "Tara " dedim, ismini bilmiyordum ama öyle demem gerektiğini hissetmiştim. "Tavşanları bu işin dışında tut" Ulaşmıştım tepeye, burası her zaman olduğundan daha karanlıktı ve hala bana bakıyordu o koca gözleriyle. "Peki" dedi, "Ama sen de direnmeyeceksin" Başlamıştım bir kere, direnecektim, ama bunu onun bilmesine gerek yoktu. "Direneceğim" dedim olanca tutarsızlığımla. "Peki" dedi. etkilenmiş görünüyordu. Gözlerinden anladım, o karanlığın içinde yok olan ışık silüetlerinden. "Tara" dedim, baştaki ben bitmişti artık. İstediğimi diyebilir, istediğimi yapabilirdim. Uçsuz bucaksız kara denizlerde yüzüyordum sonuçta. "Ne zaman anlayacağız geldiğimizi" O an sanki ben , O , tavşanlar, hiç bir şey yokmuş gibi; gözleri, beni de takip etmeyi bırakmayarak, çok uzaklara gitti. İnsanoğlunun daha var olmadığı zamanlardaki, o kimselerin bilmediği eski topraklarda yaşayan küçük su kaplumbağasının Anteres'e bakıp hayıflanması gibi, baktı bana tekrar."Anlayacağız" dedi sadece. "Ama bugün benim doğum günüm " dedim, bir şey ifade etmediğini bilmeme rağmen. " Kutlu olsun" dedi sadece. Ağustosun kötü bir ay olduğunu ikimiz de biliyorduk doğum günü kutlamak için. Başka biri olsam Aralıkta doğardım herhalde, ama ben Ağustosta doğmak zorundaydım, en sıcak imparatorun ayında. Alışmıştım hem, hem Ağustosa , hem siyah gözlerine. "Perde çekmemi ister misin?" dedi, anlamadım. Zaten anlamazdım çoğunlukla insanları, insanlar da beni anlamazdı çoğunlukla. Tatlı bir anlaşmazlık vardı toplumla aramda. "Tara, çekme istemiyorum "dedim. Sevmiştim bu ismi, Tara. Bundan sonra alacağım ilk kaplumbağama Tara ismini verecektim. Tavşanlarımla da tek tek yarıştıracaktım, hayattaki bir sonraki idealim buydu. Amaç, erek ya da başka bir şey de diyebilirsiniz. Hatta yabancılar gibi gol kelimesini bile içinizden geçirebilirsiniz. Sonuçta hepsinin çıktığı yer aynı; Tara. Eski zaman masallarını hatırladım. Tara da bir masal anlatmaya başlasa (geldiğimizi nasılsa anlayacakmışız), gelene kadar her gece başka bir masal; birbiriyle bağlantılı , fazla kafa çalıştırmaya gerek olmayan Şehrazat masalları. "Yok" dedi Tara, "Masal sevmem ben" Beynimde miydi bu Tara, sadece gözlerini gördüğümü fark ettim birden, koskoca siyah gözlerini. " O zaman niye okuyorsun her gün bir geceyi" diyecek oldum. " Ben değil sen okuyorsun " dedi. Ben değildim Tara, O'ydu. Ve ikimiz aynı şeyin içindeydik, bunu hissediyordum. Amerikan gençlik filmlerindeki, kız yurduna kaçak girmiş çocuk hissi yaşamak istiyordum oysa. Sadece Tara'nın gözleri ve ben oradaydık ama. Hisler çok karmaşık olabiliyor, tavşanlardan öğrendim bunu. Tıpkı sesler gibi, hisleri de kategorize etmemeli insanlar. O hataya bir kere düşen birini hatırlıyorum. Şu anda ne tarih kitaplarında, ne de kutsal kitaplarda akıbeti hakkında en ufak bir bilgi geçmiyor. Sadece "İnsan Ne Olmalı " isimli kitapta dipnot olarak yaşıyor: "İnsan bu olmamalı" şeklinde. "Ben biliyorum O'nu" dedi Tara. Bilirsin tabi, uğraştığın insanları bilmek senin en önemli özelliğin. "Gelmedik mi daha" dedim. O anda anladım geldiğimizi. Yine haklı çıkmıştı. Cevap verme ihtiyacı bile hissetmedi. "Tavşanlar olmayacak söz mü?" dedim. "Söz" dedi. Çıktık.
Yorumlar
Yorum Gönder