Dilek Tut, Denize At


Bir dilek yazdım kağıda geçen gün. Sonra da bir şişeye koyup denize attım. Kızmayın hemen plastik değil, eski filmlerdeki gibi yeşil cam şişe. Baktım uzaktan yavaşça yüzüşüne.Nereye kadar giderdi acaba? Neden bilmiyorum, orda olmak istedim. Şişenin içinde onun gittiği yere kadar gidip, denizin sonunda aşağı düşmek belki öküzün boynuzundan. Ama nasıl emin olacaktım kazasız belasız gittiğine sonuna kadar? Atlayıp yüzmeye başladım arkasından ben de. Hiç yüzmediğim kadar hızlı yüzüp şişenin yanına geldim. O kadar hızlı yüzünce yoruluyor insan, adeta küçülüyor şişenin içine sığacak hale geliyor. Zorlaya zorlaya açtım tıpayı, gerek yoktu ben varken. Girdim içeri. Devam ettim yola şişeyle. Biraz dinlenince bulunduğum kabın şeklini almaktan korktum gerçi. İnsanoğlu böyle, bulunduğu ortama uyum sağlamasıyla meşhur. Neyse ki etrafımda levrekler vardı . Bana yol gösterirken, akıl da verdiler. Çökebilirsin dediler şişenin içinde. Köpek balıklarını görünce biz de öyle yapıyoruz. Çöktüm ben de, onların aklına uyup. Balık aklı işte, uyumuşum. Uyandığımda hala şişede, hala şişe kadardım. Kara kaybolmuştu ve ben dileğimle beraber yüzüyordum, Ege olduğunu tahmin ettiğim bir denizin ortasında. Cebime baktım 120 lira vardı. Elektrik faturasını ödemeyi unuttuğumu hatırlayıp korktum bir an. Ama dolunay vardı gökyüzünde. Gerek yok diyordu, bana adeta, ben varım orda, elektrik sanal bir şey. Her şey bitince ben yine orada olacağım. Peki  dedim içimden aya ve attım parayı denize. Suyun altından bir el uzanıp aldı, göremedim kim olduğunu. Olsun dedim, fırssatçılar her yerde var ve ben çok yalnızım onlara karşı. Gündüz uyuyunca gece uyuyamıyor insan. Gece uyuyunca da gündüz uyuyamıyor. Ay ile güneşi böylece anlayabildim. Birbirlerini görmemeleri birbirlerini sevmediklerinden değilmiş demek ki. Yunus gördüm bir iki tane. Bana bir şey anlatmaya çalışıyorlardı. Neyse ki bir iki yıl almanca dersi görmüştüm.. Hemen anladım. İlerde çevirme var diyorlarmış. Zeki yaratıklar bu yunuslar. Elektriğe ihtiyaç duymuyorlar selektör yapmak için. Ne çeviriyorlar dedim. İyi değil galiba almancam fazla , anlamadılar beni. Zıplaya zıplaya gittiler. Benim doğduğum topraklarda zıplayanlara, hele almanca konuşuyorlarsa iyi gözle bakmazlardı. Ben de bakmadım haliyle. İleri gittik sonra; şişe, dilek ve ben. Yeşil şişeyi durdurdu bir bariyer, baktım köşede büyük bir ahtapot atlıkarınca gibi dönerek çeviriyor herkesi. Neden böyle diye soracaktım ki ağzımdan "ne ayak" kelimeleri çıktı nedense. Ayak değil kol dedi, ahtapot, siz insanları iyi bilirim ben. İşinize gelmeyen bir yerde iki dakika fazla durmazsınız. Bu kadar kaldığın hata aslında. Denizin dibinde seni bekleyen birileri var. İstersen oraya kadar eşlik edebilirim . Ben almayayım dedim, bir dileğim var sadece- onu ulaştırmaya çalışıyorum sıcak sulara. Peki, dedi ahtapot ve beni başka bir yere attı. Etrafım boşalmıştı şimdi. Hava aydınlanmaya başlıyordu, ben yine uyudum. Uyandığımda bir yere saplanmıştım. Kumluk bir yerdi, çöl ya da içi kum dolu bir terlik olabilirdi. Etrafıma baktım, yeşildi her yer. Çıktım şişeden. Uyum sağladım hemen ortama,  dinlenmiştim zaten. Yeşil oldum ben de. Sonra şişeyi aldım elime. Siyah oldu her yer. Elektrik faturasını yatırmayı unutmuştum işte. Aya baktım ordaydı ama yüzüme bakamıyordu utancından. Umarım eski rengime dönerim dedim  ve yürümeye başladım. Yeşil değildi çünkü artık etraf. Değişiyordu sürekli renkler. Şişem, dilek ve ben gidiyorduk , bu sefer kumun üstünde ama. Uzaklardan bir ses duydum, bir kurbağa. Neyseki yeşildim, anladım ne dediğini hemen. Kumun üzerinde yatmak ne rahattır kimbilir diye bağırıp duruyordu. Sanmıyorum dedim. Heralde fazla yeşil değildim onun için anlamadı beni, kaçtı hemen. Oysa ben ona ders vermek istiyordum, prenseslerle ilgili. Yürüdüm biraz daha. Artık ben taşıyordum şişemi. O da beni taşımıştı kaç gün. İki gündü galiba. Ortalık aydınlanmaya başlamıştı biraz, ay da gevrek gevrek gülmeye başlamıştı biraz önceki beceriksiz kendisi değilmiş gibi. Benim ayaklarım çıplaktı kumda yürüdüğüm için. Parmaklarımın arasına giren kumlar rahatsız ediyordu. Biraz sonra uyum sağladım bulunduğum yere ortalık aydınlanınca. Kum oldum komple. Şişe de kumdu zaten. Rüzgarda uçmaya başladık şişe, dilek ve ben. Dağlar vardı, üstünden aştık, karlı bir tepeyi geçtik, sulu bir ormanı ve ekşi bir bataklığı bitirdik. Sonunda kışlık bir köprünün üstünde düştük yere. O zamana kadar ben kar olmuştum, şişe buz. Dilek dilekti hala. Ah be dilek dedim, tek başına bilseydin nereye gideceğini ben de bu kadar zahmete girmeyecektim. Elektrik faturasını bile yatırabilirdim belki. Üzüldü dilek bir ara tuz oldu. Ben elime aldım tuzla buzu. Devam ettim yoluma. Bendim hala ama beyazdım bu kez. Köprüden geçerken aşağı baktım. Levrekler vardı yine. Ne işiniz var burada dedim, çöküyoruz işte burada, birileri bizi çok sevdi biz de tatlı olduk dediler. Ama insan birisi sevince tatlı olmaz ki, aynı tuzlu haliyle kalır dedim. Ama biz balığız dediler. Balık aklı işte, devam ettim köprüden. Bir kulübeye geldim, Ben ben, şişe şişe, dilek de dilek olmuştu. Kapıdan girdim. Oradaydı . Şişeyi kırdım . Ona verdim. Dileği okudu, elindeki kırık şişeye baktı. Beni öptü; önce benim boynumu, sonra da kendi bileğini kesti sonra. Ne yapıyorsun dedim. Dileğe tekrar baktı. Ters okumuşum dedi. Olsun dedim ben, yere düştüm, o da yanıma düştü. Kanlarımız beraber akıyordu. Hayır, aynı akıyordu, birdi kanımız. Biz de bir olmuştuk, kırmızı.

Yorumlar